Deniz Uzunoğlu
Yaklaşık 13,8 milyar yıl önce yalnızca aklımızın alamadığı sonsuz, sınırsız, formsuz bir hiçlik vardı. Bu hiçlik yaradılışın mutlak özü, potansiyeliydi. “İzafi yokluğun” “mevcudiyete gelebilme” ihtimaliydi. Sonsuzluğu kaplayan görünmez bir ışıktı. Görünmüyordu çünkü henüz onu sınırlayan bir karanlık yoktu. İşte bu sonsuz ve görünmez ışığın içindeki “Var etme isteği” kendi içinde bir karanlık yarattı. Tıpkı bir şey düşünmek istediğimizde zihnimizde ona yer açmamız gibi; tıpkı sahile vurmadan evvel dalgalar, geri çekilmesi gibi suların… Zihninde yaratmak istediği kâinat için yer açtı. O görünmez ışıktan karanlığa süzülen tek bir ışın her şeyin başlangıcı oldu. Başlangıçtı, çünkü ondan önce hiçbir şey yoktu. Başlangıçtan önceki “hiçbir şey”, başlangıçla beraber “her şey” oldu. O sonsuz zihinden açığa çıkan enerjiden etrafa bir ton parçacık yayıldı ki biz sonradan başımızı kaldırıp gök kubbeyi seyre daldığımızda bu parçacıklardan bazılarına bakıp ne hayaller kurduk. Yan yana gördüğümüz üç beş tanesine takımyıldızlar deyip, onlara “Büyük ayı”, “Küçük ayı” gibi isimler taktık. Gündüzleri en sıcak ve parlak olanının ışığıyla aydınlanıp, geceleri en yakın olanı sayesinde Heybeli’de mehtaba daldık. Ancak bundan yaklaşık 4,5 milyar yıl önce, şimdi adına dünya dediğimiz; sadece karbondioksit, nitrojen ve su buharından oluşan bu mavi kürede bunları yapabilmek pek mümkün değildi. Zira sıcaklığın bin iki yüz dereceden fazla olması ve kahvenin yokluğu burada yaşamı olanaksız kılıyordu. Neyse ki, yaklaşık yirmi milyon yıl süren meteor yağmurlarıyla dünya üzerinde oluşan su birikintileri sayesinde bu sıcaklık bir miktar azaldı ve uzayın derinliklerinden taşınan mineraller çözünüp, karbon moleküllerini, ilkel proteinleri ve aminoasitleri ortaya çıkardı da annem ve babamın günün birinde aynı üniversite kampüsünde karşılaşıp tanışma ihtimali de oluştu.
Gel zaman git zaman, tek hücreli mikroorganizmalar; karbondioksit ve suyu, glikoz ve oksijene çeviren stromatolitler; yerkabuğundaki devam eden çatlamalar sonucunda parçalanan anakara Rodinya, buzul çağı, trilobitler, onları yiyen anomalocarisler, karaya çıkan tetrapodlar, dinozorlar, kuşlar, memeliler, paleolitik, mezolitik, kalkolitik çağlar derken, 1981’de, İzmir’de, ben doğmuşum işte.
2003 yılında, Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olduktan sonra, iki yıldır çalıştığım Ernst & Young’dan ayrılma kararı vermemdeki en büyük sebep o dönemin Pixar filmleriydi. Yıllardır benim bir finansal analist olacağımı düşünen ailemin, bu ani kariyer değişikliği karşısında duydukları endişeyi biraz olsun azaltabilmek için “Risk almak adına daha ne kadar genç olabilirim?” dediğimi hatırlıyorum. Sonradan ortaya çıktı ki, bunun benim genç oluşumla hiçbir alakası yokmuş. İçimdeki varlık büyüyebilmek için yapılması gereken ne varsa bana yaptırmaya kararlıymış. Biraz oradan biraz buradan itecek, yolun başına getirecekmiş beni. Ve bunu öyle bir ustalıkla yapacakmış ki onca zaman tüm kararları verenin kendim olduğunu sanmaya devam edecekmişim ben… Ta ki yolu idrak edene kadar. Bir şeyi çok istediğinde, “Nasılsa bir yol bulunur,” dedirtecekmiş bana. Önce, ömrümü keyif aldığım işler yaparak geçirmemi salık veren Ali Murat Erkorkmaz olarak karşıma çıkacak; üreten bir insan olmanın verdiği hazzı öğretecekmiş. Ondan aldığım destekle ödül alan onlarca çocuk dizisi üretecek, bu dizilerle MIPCOM, MIPTV, SIGRAPH gibi festivallere katılacak; çeşitli kurum ve kuruluşların web siteleri, sosyal sorumluluk projeleri, reklam ve tanıtım çalışmaları için üç boyutlu animasyonlar üretecek, yapay zekâ çalışmalarıyla yurtdışında bir konferanstan öbürüne koşturacakmışım. Vakti geldiğindeyse gönlüme uzun metrajlı bir film projesi olarak başlayan Barbarossa’nın hikâyesini düşürecek, Ahit Sandığı’nın peşinde yolun başına kadar getirecekmiş beni. Arada da kapıları kör inanca kapalı aklıma hiçbir şeyin olanaksız olmadığını göstermek için hayatımın en büyük mucizesi oğlum Derin’i verecekmiş… Onca zaman aslında eve çağırıyormuş da beni, benim kulaklarım zor duyuyormuş…
Kâinatın döngüsünde birkaç salise insan ömrü. Kendimizden kendimize verdiğimiz o kutsal ahdi yerine getirmek için dünyamızın buzullarla kaplı olmadığı, meteor saldırılarının bir süreliğine durulduğu ve evrenin bize yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz her şeyi cömertçe sunduğu bir göz kırpmalık zamanımız var. Karanlıkları aydınlatmak, “Tüm”ün yaşamına katkıda bulunmak için…
Var dediğimiz yokluğumuz yeniden yıldız tozuna dönüşene, yok sandığımız varlığımız ise gerçek evine dönene kadar…
|